16 Ağustos 2011 Salı

Kara Süvari - Kayıp Kimlik (Bölüm 1)

          Bir kaktüsün gölgesinde dinleniyordum akbabalar selam verdi geçerken. Ağızlarında henüz yedikleri yavru ceylanın kanı bulaşık. Ufukta bir karaltı var bu tarafa doğru yaklaşan. Güneş olabildiğince yavaş ilerliyor göğe hakimiyetinin savaşını verircesine. Ufukta görünen daha bir belirgin serap olamayacak kadar. Gece kadar siyaha bürünmüş bir süvari yaklaşıyordu ufuktan dört nala koşan kömür karası bir küheylan üzerinde. Elinde salladığı kılıçta yakalıyor gözlerimi güneş, yumuyorum gözlerimi ve bekliyorum.
Neden sonra açıyorum gözlerimi de görüyorum önümde şaha kalkan kara küheylanı. Tekrar yumuyorum gözlerimi yüzümü talan ediyor savrulan çöl kumları. Neden sonra açıyorum gözlerimi göreyim için bu gizemli süvarinin gözlerini. Yakaladığım an kaldırıyor kılıcı sallıyor başımın üzerinden. Ben daha sıkı tutuyorum gözlerini esir almışcasına. Neden sonra fark ediyorum önüme düşen kanlı akbaba başını. Kılıcından kan damlarken bir fısıltı işitiyorum. “Nereden geliyorsun?” diyor. Başımı yana çevirmemle yanımda oturan kara süvariyi görüyorum. Cübbesi kadar kara olduğundan zor fark ediyorum heybesini içinden su kırbasını çıkarırken. Uzatıyor bana içmem için fakat ben o an sorunun cevabını düşünüyorum. Neden sonra kendime geliyorum ve yakıcı güneş altında kurumuş dilimi ıslatacak kadar döküyorum ağzıma birkaç damla suyu sığır derisinden mamul kırbadan. Hemen de nereden anladım diye düşünüyorum kırbanın sığır derisinden olduğunu. Tekrar düşünüyorum da bir türlü hatırlayamıyorum nereden geldiğimi. Hani sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiğiniz bir rüya olur ya başlangıcını hatırlayamadığınız. İşte öyle birşey.
Bilmem ki!” dedim yanımda oturduğunu zannettiğim süvari kılıklı şahsa. “Hatırlayamadım. Sen nereden geliyorsun?” “Bilmem ne demek? Kimsin sen? Çabuk söyle dost musun düşman mı? Yoksa az önceki akbaba gibi uçururum kelleni.” Gözlerinde keşfettiğim ışık, onun bir insan canı alacak biri olmadığını söylüyordu. Ben hâlâ kim olduğumu düşünürken başımda bir ıslaklık hissiyle başımı göğe kaldırdım. Kaldırmamla başıma düşenin ufak bir yağmur bulutundan düşen bir damla olduğunu anladım. Bu çölde ne işi vardı ki. Benim gibi yolunu kaybetmiş olsa gerek ki bulamadığı için gözyaşı döküyordu. Derken ikinci bir damla alnımda patladı. Ben de mi ağlasam diye düşünürken, “Ağlamak canını kurtarmaz.” deyiverdi beklemediğim bu koyu yabancı. Aklımı mı okumuştu yoksa ben mi sesli düşünmüştüm farkında değildim. Bunu anlamanın bir yolu vardı ve henüz o an aklımda belirmişti. Kim olduğumu bilmiyordum madem birşeyler uydurmalıydım. Filan memleketten falan oğlu filanım desem inanır mıydı? Önce kurgulamalıydım. Mantığın sınırları içinde yazmalıydım hafızamda kaybolmuş geçmişimi tekrardan ama yalan ama yanlış...

    Umut benim adım.” deyiverdim. Kara süvari yüzüme baktı. Yalan mı söylüyordum yoksa doğru muydu söylediklerim? Uzun süren susuzluğun verdiği yorgunluk hissiyle ifadesizleşen yüzümden okuyamadı gerçeği ve inanmış gibi yapıp gözlerini çevirdi ıssız ufuklara. “Aç mısın?” dedi. “Evet, elbette.” dedim. Dememle bir çantasından bir kaç parça eşya çıkarıp ben daha aldığım nefesi bırakmadan küçük bir ateş yaktı güneş batı ufkuna doğru uzanmışken. Ateşte yanan çalı çırpı çıtırtılarına kara küheylanın kişnemesi eşlik ediyor, samyelinin uğultusu da bunlara karışıyordu. Süvarinin ne pişireceğini merak ederken, olağanüstü bir çeviklikle atına binen süvari hızla sürdü atını henüz güney ufkunda beliren kara bulutlara doğru. Gözden kaybolmak üzereyken durdu ve yere atladı. Yerden birşey aldı, tekrar binip sürdü atını bana doğru. Atın ayak seslerini henüz duyamıyordum ve gökte kalabalık bir kuş sürüsü geçti ölümden kaçar gibi kara bulutlardan kaçarak. Güneşin batışı epey yaklaşmış olduğundan kuşları tanıyamadım. Çığlık çığlığa geçen kuşların hemen ardından süvari yanıma ulaştı. Kara bir çuvalı attı önüme atından inerken. Çuvalı açtığımda anladım az önceki çıldırtan çığlıkların çıldırmışçasına kaçan ördeklere ait olduğunu. Süvari ördekleri pişire dursun, batmak üzere olan güneşe daldı gözlerim sanki geçmişten bir anı görmüş gibi. Bir çift gözün hayali beliriverdi gözlerimin önünde, belli belirsiz bir gülümseyiş içimde ılık rüzgarlar estiren. Bir gül yaprağını tutarcasına tuttuğum eller... Ve omzumda bir el hissediyorum, süvarinin sesiyle kendime geliyorum. “Ye şunları, ne düşünüp duruyorsun?” “Hiç. Hiç birşey. Sadece güneşe bakıyordum. Sanki bir günbatımını ilk kez seyrediyorum.” “Önündekileri yemezsen doğuşunu biraz zor görürsün. Gece fırtına çıkar buralarda.”

Aklımda şimşekler çaktı bu sözlerle. Kendimden şüphe etmeye başlamıştım. “Daha önce hiç ördek yememiştim. Sağol.” “Çabuk ye fazla vakit yok” Dün gece eğer burda olsaydım bir fırtınayı hatırlamam gerekirdi. Kendime geldiğimde ise güneş başını henüz kaldırmıştı doğudan. “Lezizmiş gerçekten.” “Konuşma da ye. Fırtınaya yakalanırsak derini yüzer çadır kurarım haberin olsun.” Tek hatırlayabildiğim gürültülü bir motor sesiydi. Böyle bir ses çok büyük bir makineden çıkabilirdi ancak. Bir geminin makine dairesinde uzun süre kaldıktan sonra kulakta kalan bir sese benziyordu. Emin değilim. “Sıkı tutun. Gözlerini kapat ve başını aşağıda tut.” Bir günden fazla zaman olmalı. İlk kez bu kadar çok yedim. “Sen kimsin?” Bu soruyu sormak neden daha önce aklıma gelmedi. “Buralara sık uğrar mısın? Sen gelmeseydin herhalde akbabalar şimdi kemiklerimi sıyırıyor olurdu.” “Ben senin hiç görmediğin bir yerden geldim. Bir kasabadan diğerine geçerken havadaki kalabalık akbaba sürüsünü görünce ne olduğuna bakmaya geldim”

Güneş tamamen batmış, yarım ayın ışığıyla kumlarda parıltılar, atın ayak seslerine süvarinin iki yanımdan savrulan pelerininin sesi karışıyordu. Fakat hala gündoğumundan önceki zaman beynimde karanlık bir odaya hapsolmuş gibi bir türlü aydınlanamıyordu.

Yine kulaklarımda aynı uğultu. Hiçbir şey duyamadığım bir zaman dilimi. Soğuk rüzgarlar yalamaya başladı yüzümü. Canlanıyor çölün pişmiş kum taneleri. Her bir tepeden patlıyor bulutlar, yarım ay sessiz kalıyor, sanki uluyor aç kurtlar... Sakin olmak mümkün değil, çünkü can vermek kolay değil. At sırtında dört nala uçmak, uçsuz karanlığı ardına bırakıp kaçmak, kolay değil çünkü bin parçaya bölünse de içinden bir şeyi atıp karanlığa saçmak... Geçmişe dönüp bakayım diyorum, karşımda buğulanmış, her yeri çatlamış bir cam. Ne tamamen kırabiliyorum, ne buğusunu silebiliyorum, ne de... Her neyse...


Yüzümde bir ıslaklık hissiyle açıyorum gözlerimi, göğü çatlatırcasına çakan bir şimşek, kumları dans ettiren inceden bir yağmur, henüz şafağa ulaşılmamış gecenin karanlık bir vaktinde sakin adımlarla ben atın üstünde, süvari yayan bir halde iki kum tepesinin arasından ilerliyoruz. Kaldırıyorum başımı bulutların arkasında bir yerlerde hafiften parlıyor ay. Uyandığımı gören süvari tekrar biniyor ve bu kez üç nala gidiyoruz benim bilmediğim bir hedefe doğru. Göğü kaplamış kara bulutlar, fotoğrafımızı çekmek için savaşır gibi birbirleriyle kafa kafaya çarpışıyor, bir ucu yerde bir ucu gökte olan dev kıvılcımlar çıkarıyorlar. Onlar savaşa dursun, biz onların çıkardığı ışık parçaları arasında, alacakaranlıkta yola devam ediyoruz. Yağmur şiddetini artırırken, biz iki kum tepesini aşıp, henüz uyandığımda gördüğüm ufkun en yüksek kum tepesinin zirvesine ulaşıyoruz. Gördüğüm manzara, uzun süredir kullanmadığım dilimin bir süre daha tutulmasına sebep oluyor. Sanki bir an için beynimdeki karanlık oda, bir çakmak çakımı kadar bir kıvılcım aydınlığı yaşıyor. Bu görüntüyü ilk kez görmüş olmaktan doğan şaşkınlığı, uzak geçmişte yaşanmış tanıdık bir zamanın kokusuyla beraber yaşıyorum. Aklıma düşüyor yeniden süvarinin gözleri. Bu kez onlar da yabancı değil. Fakat ne gündoğumundan öncesini hatırlıyorum, ne de kendi kimliğime ait herhangi birşey...

Durdurdu atı süvari zirveye varınca. İndi attan, beni de indirdi. Kendim inemezdim sanırım. Gördüklerim karşısında beynime yıldırım düşmüş, şok olmuş, adeta kalbim durmuştu. Dejavu muydu gördüklerim yoksa hafızamın karanlık odalarında, tozlu rafların arasına sıkışmış birşey miydi? Kayaya takılmış bir olta iğnesi gibi kendime gelmekte güçlük çekiyordum. Gecenin alacakaranlığında gördüğüm silüet, beynimdeki herhangi birşeyi nasıl uyandırabilirdi ki zaten. Tam o sırada göğün tamamı aydınlanıverdi kocaman bir şimşek çakışıyla. Ardından kopan gümbürtü, önümde duran vadinin bir anlık aydınlanmasıyla beraber ikinci bir şok yaşattı bana. Tozlu raflardan bir sayfa düştü adeta gökte kopan gürültüyle. Kendime gelir gibi oldum. Daha dikkatli baktım bu kez vadiye, dağılan bulutların ardından görünen ayın aydınlığında.

Evet. Bu korkunç manzara hafızamı yavaş yavaş geri getiriyordu. Yaklaşık son bir ayda yaşadığım acı dolu olaylar tek tek canlanmaya başladı. Gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu adeta. Büyük Kanyon'a gelmiştik. Bir yandan tatil yapacaktık bir yandan araştırma yapıp kendimize ufak maceralar bulacaktık. İlk birkaç günü sakin geçen tatil, çevreyi keşfe çıktığımız akşamdan sonra bizi kaçınılmaz bir maceranın içine doğru sürüklemişti. Şu an hayatlarından emin olmadığım dokuz arkadaşımı acıyla hatırladım. Fakat hala kendi adımı hatırlayamıyordum. Omzumda bir el, kendime geldim. Süvari gözlerimin içine doğru baktı bir sorunun cevabını bulmaya çalışır gibi. Beynimde dönen binlerce düşünce ve kısa zaman içinde yaşadığım olayların şaşkınlığıyla, gözlerimin faltaşı gibi açıldığının farkında değildim. Süvarinin bana bu şekilde bakması bu yüzdendi. “Ne o? Birşeyler mi hatırladın yoksa?” diye sordu. Gözlerimi tekrar vadiye çevirdim ve aynı soruyu tekrar tekrar sordum içimdeki bana. Evet bir cevap vardı fakat kolay kolay çıkmayacak ve bir solukta da dile getirilemeyecek kadar uzun, derin, bir o kadar da karmaşık bir cevap...

(Son güncelleme: 16 Ağustos 2011 Salı)